Batılı seçkinler, Bâb-ı Âli'nin ötesindeki yaşamın ana yapıtaşları olarak algıladıkları saray adetlerine, haremin yapısına ve her ölçekteki sanata anahtarı olup olmadığı bile çoktan unutulmuş, açıldığında tüm ihtişam ve gizemini kaybedecek bir "cabinet of curiosities" olarak tahayyül ediyordu.
Bu nedenle bu sanat hamileri, sarayı ziyaret etme şansı yakalayanların yazdıkları risaleleri kaç parçadan oluştuğu bilinmeyen bir yap-bozun parçalarıymışçasına birleştirerek, uyanması mümkün olmayan Doğulu birer rüya olarak tekrar biçimlendiriyordu.
Kolomb Cenova'dan yola çıktığında nasıl Amerika kıtasını Hindistan sandıysa sizleri detaylara boğmam da aynı şekilde sizleri nura gark edecek olsa da bunu istemiyorum. Van Gogh'un kelimelerin alenen kifayetsiz kaldığı ışıkla işlenmiş peyzajlar resmederken bunu amaçladığını sanmıyorum.
Sözü uzatmayacağım. Sizi iki eserle, Matisse ve Pradier'in Odalisque'leriyle selamlamak istiyorum. Harem'de kurulan sofralardaki sayısız lezzetin def-i hacetle vücuttan uzaklaştırması ne renkte oluyordu bilemiyorum. Ya da Kolomb Amerika'da kaç kere diyare oldu acaba? Belki de Van Gogh'un hayatındaki en düzenli olay günlük sabah kakalarıydı... Ama bu iki sanatçının odalıkları hakkında küçük öngörülerim var. Zevkle, izlemeniz dileğiyle!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder